Arda İlkin Parlak yetenekli, çalışkan, eğlenceli ve depresif(!) bir sanatçı. Tiyatro için doğduğu izlenimini yaratan bir oyuncu… Hayata ve ülke gerçeklerine dokunan bir oyun yazarı aynı zamanda. Bu röportajın yapıldığı tarihlerde 10 yılı aşkın bir dostluğumuzun olduğu Arda ile her zamanki sohbetlerimizin bir fragmanı gibi okunabilecek bir söyleşi yapmak istedim. Kars, Ankara, Adana ve İstanbul hattında bir hayat ve her birinden alacaklarını almış, heybesini doldurmuş ve hâlâ yaşamın bir ‘öğrencisi’ olduğunu unutmayan orijinal bir adam.
Faruk Hacıhafızoğlu’nun bol ödüllü filmi “Kar Korsanları“nda devrimci Vedat Abi; “Sıfır Bir” dizisinde izleyenlerin tüylerini diken diken eden mahkum Mahsun; “Sokağın Çocukları“nda mahallenin çocuklarının Behzat Abi ve de tiyatro sahnelerinde onlarca farklı rolle oyunculuk serüvenini sürdüren Arda İlkin Parlak, şu sıralar kendi yazdığı ve oynadığı, Akın Aydın‘ın yönettiği “Sinyal” adlı oyunuyla sahnelerde.
Arda İlkin Parlak ile kendi yaşamına, tiyatroya, sanata, “Sinyal” oyununa ve genel olarak da hayata dair bir sohbet gerçekleştirdik…
Bilmeyenler/tanımayanlar için kendinden bahseder misin? Arda İlkin Parlak kimdir?
1990 yılının ekim ayında Kars’ta doğdum. Soğukla, karla hemhal olarak büyüdüm. Ne kadar büyüdük tartışılır tabi (gülüyor). Üniversite eğitimine kadar Kars’daydım. Sonrasında hikayeme Ankara ve Adana eklendi. Bu arada beni şekillendiren de Ankara’dır. Bunu her anlamda söylüyorum.
Tiyatro senin için ne ifade ediyor?
Yaşantımız boyunca bir anlam arayışı içinde oluruz, biliyorsun. Tiyatro benim yaşamımdaki bu arayışta çok önemli bir rehber. Sevecen, dobra, şefkatli ve bir o kadar da dili sivri bir yol arkadaşı. Onunla birlikte yürüdüğümüz yollar fazlasıyla meşakkatli. Ne diyebilirim ki var ol yoldaşım!
“Sinyal oyunu bir ‘kayıt dışı öteki’ anlatısıdır”
Yazdığın ve oynadığın SİNYAL adlı oyundan bahsedelim biraz da… Senin için ne ifade ediyor bu oyun? Oyunu yazma motivasyonun neydi?
Sinyal, aslında bu toprakların çok içinden bir hikaye. Bir anlatı Sinyal, evet ama karakterler o kadar canlı ve yaşıyor ki sanırım en çok bu yönü hoşuma gidiyor. Şimdi burada yazarlığımı övdüğüm düşünülecek (gülüyor). Mesele öyle değil! Hikayenin merkezindeki Veysel, onun yareni Kesik ve suyun tersine akmasını sağlayan Nare… Bu karakterler gerçekten varlar. Zaten seyirci dönütleri de bunu gösteriyor. İlk oyunumuzda bir seyirci geldi oyundan sonra, “Benim Veysel gibi bir tanıdığım var” dedi. “Aynı şeyleri yaşamış çok etkilendim’’ dedi. İşte burada mesele benim için kapanmıştır. Yazmaya karar verdiğimde bu Veysel karakterini yolda görsek başımızı çeviririz ama sahnede bir hikaye anlatsa, onun ağzından bir duysak neler olduğunu, ne düşünürüz acaba diyerek yazdım. Sinyal, bir “kayıt dışı öteki” anlatısıdır.
Tiyatro yaşantın nasıl başladı? İzlediğin bir oyunu ya da oyuncunun etkisi oldu mu? En sevdiğin oyun hangisi mesela…
Tam anlamıyla başlaması, daha doğrusu idrak etmem Kars Sanat Merkezi’nde başladı. İsrafil Parlak adında bir hocamız sayesinde oldu aslında. Kendisi sanat merkezinin hem tiyatro eğitmeni hem yöneticisiydi. Sanıyorum 8. sınıf öğrencisiydim. Gitar kursuna kaydolmak için gittim. İsrafil Hoca şöyle bir baktı deftere “Yer yok, gel seni tiyatroya alalım” dedi. Kendisini rahmetle anıyorum, inanılmaz bir adamdı. Daha o yaşlarda bize Brecht’ten, Beckett’ten bahsederdi, okumalar yaptırırdı. Devri daim olsun. Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gidince yeni bir kavramla karşılaştım; Üniversite tiyatrosu. İşin mutfağına dair her şeyi o tiyatro topluluğunda öğrendim. Çok iyi dostlarım oldu, çok iyi bir hocam oldu. O zamanki yol arkadaşlarıyla hâlâ aynı yolda yürürüz.

Daha sonra Çukurova Devlet Konservatuvarı‘nı kazanıp tiyatro okudum. Tabii malum, öğrenme süreci bitmiyor, hâlâ bir şeyler öğreniyorum. Sevdiğim tiyatro oyununa gelirsek Cyrano de Bergerac! Cyrano’nun o kibrinin içinde gizlenmiş çaresizliği beni hep etkilemiştir, -ki Durukan Ordu muhteşem oynamıştır. Benim de üniversitede izlediğim sanırım en iyi oyundu.
“Karaktere dair içimde bir iz varsa her şey daha kolay oluyor”
Sence tiyatronun geleceği nereye gidiyor? Toplumun tiyatroya olan tutumunu ve ilgisini nasıl değerlendiriyorsun?
Pandemide tiyatrolar kapanınca bir çözüm yolu olarak dijital düşünüldü. Beni çok korkutan bir çözümdü. Yaşayan bir organizmayı nesnelerin içine hapsetmek korkunçtu! Neyse ki tiyatro oradan daha güçlü çıkıp aramıza döndü. Son 10 yılda yükselen bir seyirci potansiyeli var. Hele ki alternatif tiyatrolarda. Öyle güzel işler çıkıyor ki seyirci kayıtsız kalamıyor. Umarım artarak, taşarak devam eder bu ilgi.
Bir dönem eğitmen kimliğin de vardı. Konservatuara hazırlanan gençleri hazırlıyordun… Tiyatroyu seven, tiyatro oyuncusu veya yazarı olmak isteyenlere ne gibi tavsiyelerde bulunursun?
Eğitmen kimliği demek doğru değil, bu işi yapmak isteyen arkadaşlara yardımcı oluyorum diyelim. Tavsiye vermek mesleki anlamda haddim değil. Yalnızca şunu söyleyebilirim; Vicdanlı olsunlar, toplumun dinamiklerine iyi baksınlar, sırt çevirmesinler. Oyuncu olmak demek her şeyden azade sana verilen rol neyse onu yapmak demek değil bence. Çok daha ağır yükleri olan bir meslek. Dilsizlere dil olsunlar.

Bir karaktere nasıl çalıştığını biraz anlatabilir misin? Rollerine nasıl hazırlanıyorsun?
“Gece uyumadan mutlaka karakterimin…” diye başlıyormuşum şimdi (gülüyoruz). İşin şakası bir yana, şöyle bir yöntemim var diyemem. Karaktere dair içimde bir iz varsa her şey daha kolay oluyor ama o iz yoksa da dışarıda o izi, lekeyi taşıyan insanlar var, onlardan referans alıyorum.
Unutamadığın bir anı var mı? Yaşadığın en değişik sahne deneyimi neydi?
Bir turnede seyircinin biri köpeğiyle gelmişti. Köpek oyun boyunca durmadı, seyirci de sürekli salonda gezdirmişti köpeği. Çok ilginç bir andı (gülüyor). Ne diyeceğimi bilmiyorum!
Şu sıralar hangi projelerle ilgileniyorsun? Yani projeler var mı?
Yeni oyun hazırlıkları, yeni hikayeler var. Önümüzdeki sezon için düşündüğümüz işler… Onlar üstüne çalışıyorum.
Bu keyifli sohbet için teşekkürler Arda. Bira ısmarlayacak mısın?
Ben teşekkür ederim. Ismarlarım, tamam! (gülmüyor!)
Röportaj: Olcay Bağır