Melda Özen
Herkese Selam! Merhaba sevgili güzel insanlar! Yepyeni bir konu ile tekrar karşınızda olmak çok güzel hissettiriyor bana. Bu beni sizlerle buluşturan onuncu yazım ve benim için yeri çok ayrı şu an. Elbette her yazımı ilk günkü heyecan, istek, büyük ve sonsuz bir aşk, bitmeyen sevgi ve tarifsiz mutluluk ile kaleme alıyorum. Ama bilirsiniz işte, genelde ilk yazılar ile beş ve beşin katları, on ve onun katları hep ayrı bir anlam taşır. Kimi zaman başarıyı, kimi zaman mutluluğu, kimi zaman yaptığınız işe olan büyük tutkunuzu tarif eder. Devam eden bir tutku, sonsuz başarı demek değil midir zaten?
“Herkes” içinde sadece “Ben”
Yazmak beni hep heyecanlandıran bir var oluş oldu hayatımda. Neredeyse dokuz yaşımdan beri aralıksız yazı, şiir,….. aklınıza ne gelirse kaleme alıyor ve yazarak dışa vuruyorum duygu ve düşüncelerimi, soyut ve somut oluşumları, maddesel ya da manevi değerleri….. İletişim üzerine eğitim almış olmak beni bu konuda daha da besleyen bir nosyon oldu. Zaten mesleğinizin odağında “İNSAN” varsa eğer, duyguları çok farklı uçlarda yaşıyor, “herkes” olmaktan sıyrılıyor, kendinizi “empatinin” sıcacık kollarına bırakıyor ve düşüncelerinizi dışa vurma biçimlerinizi tıpkı bir moda tasarımcısı gibi giydiriyor, bir koreograf gibi farklı perspektiflerle, kreatif ve inovatif kardeşlerin desteğiyle podyumda sergiliyorsunuz. Ve sonuç; ortaya şahane bir moda kreasyonu tanıtımı çıkıyor. Yazmak tam da böyle harika bir tanıtım şovu işte….
Küçük bir değişiklik! Şiir zamanı!
Bugün sizlerle şahane bir şiir paylaşmak istiyorum, yaklaşık bir üç yıl kadar önce kaleme aldığım. Çok duygusal olduğum bir zamanda kaleme almıştım bu şiiri ve her okuduğumda beni çok etkiler. Zaten bir yazıyı ya da bir şiiri hangi duygularla kaleme alırsanız alın, her okuduğunuzda, aradan geçen zaman size ilk günden farklı duyguları yaşatıyor. Tek değişmeyen duygu “heyecan”. Ama diğer duygular şekil değiştirmeye başlıyor. Hadi bugün sizlerle paylaşacağım şiir üzerinden de hareketle biraz dertleşelim, konuşalım ne dersiniz? Aslında aklımda çok farklı ve çok kreatif başka bir konu vardı ama belki bu kadar kısa sürede sizlerle onuncu yazımı paylaşıyor olmamın verdiği mutluluk ve mutluluğun getirdiği duygusallıkla parmaklarımdan bunlar dökülüverdi bir anda. Zaten genelde de öyle olmaz mı arada? Hele ki, duygusal bir an yaşıyorsanız…. Şiiri en son paylaşacağım ama önce biraz konuşalım istiyorum güzel insanlar….
“Yetenek-Siz miyim” sorusu?
Biliyor muydunuz? Kalemi elimize aldığımızda ya da klavyenin başına oturduğumuzda, parmaklarımız ile beynimiz bir çeşit kontak kurup kendi aralarında, içimizi dökmemize sebep oluyorlar. Nasıl yani? Yok artık! Öyle saçmalığı da yeni duydum! Diyebilirsiniz, çok da normal tepkiler bunlar ama inanın bana böyle bir şey var. Şöyle tanımlamak isterim bunu daha anlaşılır olması noktasında. Bazen hiç düşünmeden, kendinize düşünmek için zaman dahi vermeden kelimeleri kağıdınızla paylaştığınız oluyor mu? Sadece kağıdınızla paylaşmak zorunda da değilsiniz bu arada. Kendi kendinizle konuşuyorsanız bile kâfi. Tebrikler! Sizler de bu şanslı grubun üyelerindensiniz. Saçma olduğu düşünülen ama aslında hiçbir saçmalık barındırmayan bu harika yetenek içinizde bir yerlerde geziniyor ve sizi her daim konuşmaya teşvik ediyor. Bunun için yazar ya da şair olmanıza gerek yok üstelik. Eğer, “peki bende neden yok? Acaba ben “yetenek-siz” miyim?” diye sakın düşünmeyin. Çünkü size harika bir haberim var! Bu durum herkesin içinde var sadece sizin tarafınızdan özlemle keşfedilmeyi bekliyor……
Sigmund Freud der ki bana?
İnsan ne öğreniyor zamanla, adım adım yaş alırken, yıllar bizi kovalarken bilir musunuz? Hayatla büyüdüğünü! En azından bana öğrettiği en önemli çıkarımlardan biri bu oldu. Hayatla büyürken, hayatın içinden gelen, isteğimiz dışında olan ya da kendi tercihlerimizin sonucu olan tüm yaşanmışlıklara anlam yüklememek gerekiyor. Her yaşanmışlık bir yıl daha büyüdüğümüzü öğretmeli bize. Bakın size ne söyleyeceğim! Ben “İletişim” üzerine eğitim aldım. Önce “Halkla İlişkiler” okudum ardından “Kurumsal İletişim” alanında “Master” eğitimimi tamamladım. İletişim okurken hem mesleki sebeplerden ötürü hem de kişisel merak ve ilgimden ötürü sosyoloji ve psikoloji biliminden çok faydalandım. Yerli- yabancı sayısız kaynak, makale, araştırma vb. okudum. Özellikle “Sigmund Freud” en sevdiğim psikiyatrist ve psikanaliz uzmanıdır. Ve onun çalışmalarının bana katkıları çok olumlu olmuştur. Neden bunları yazdığımı merak ettiğinizin farkındayım ve lütfen yanlış yorumlanmasın. Niyetim kendimi göklere çıkarmak ya da eğitimlerimi ballandıra ballandıra anlatmak değil. Bu kadar eğitim sirkülasyonu sonunda ortak bir çıkarım sahibi oluyor insan. Dedim ya! Hayatla birlikte büyüyor ve evriliyoruz hepimiz….
Kabulleniş mi? Yani?
Peki ne mi öğrendim bu zamana kadar? “Kabullenmeyi”. Evet yanlış okumuyorsunuz. Kabullenmeyi öğrendim. Hayat bizi büyütürken aslında ebeveynlerimizin bize öğretmeye çalıştıklarından çok daha fazla şey öğretiyor. Çünkü deneyimleme yolunu tercih ediyor. Misal, küçük bir çocuğu düşünün. Annesi ona ne kadar “elini sobaya değdirme tamam mı annecim bak o cıs. Yoksa elin cıs olur” dese de gerçek kaçınılmaz. Çocuklar meraklıdır ve illa ki elini bir şekilde sobaya götürür ve istemsizce yakar. Şimdi malum soruyu soruyorum! Bunu kendisine acı çektirmek ya da canının acımasından keyif duyduğu için mi yapar? Hayır elbette. Merakından. Ve eli yanınca dersini alır, tekrar etmez bir daha. İşte insan olarak hepimiz böyleyiz. Yaşımız kaç olursa olsun, doğamız gereği merakımıza hep yenik düşüyoruz bir şekilde. Önemli olan tabi ki bu merakın başımıza telafisi mümkün olmayacak sonuçlar açmaması. İşte burada da devreye “otokontrol” dediğimiz oluşum girmeli. Ama benim söylemek istediğim durum biraz daha farklı ve elbette ki hayati durumlar ile ilgili değil….
Bilişsel terapi: Affetmek!
Sözünü ettiğim kabulleniş, zihnimizi rahat ve özgür bırakmakla ilgili. Yaşadığımız, deneyimlediğimiz şeyden dersler, olumlu çıkarımlar edinip, önümüze bakabilme gücünü kendimize öğretebilme. Geçmişle yaşamaktan tamamen vazgeçme. Kendimizi suçlamaktan, yargılamaktan, sürekli aşağılamaktan arınma. Kendimizi sevmeyi öğrenme. Sürekli pişmanlık hali içinde cümleler kurarak kendimize, zihnimize eziyet etmeme. Kin, nefret gibi duygulardan arınma. Kendi içimizde ve zihnimizde önce kendimizi ardından başkalarını affetme. Şimdi diyebilirsiniz ki; “ya böyle şey mi olur? Yani sen benim ne yaşadığımı nerden bileceksin de bir de üstüne affedici olmamı isteyeceksin. Hadi oradan kardeşim! Git, kendi işine bak! Affetmekmiş! Ne affetmesi!”…… Çok haklısınız demek isterdim ama bu sefer diyemiyorum maalesef, lütfen affedin beni… Elbette kimse kimsenin ne yaşadığını bilemez, yaşamadan anlayamaz, belki çok istese de empati kuramaz…. Ama benim burada sözünü ettiğim “affediş meselesi” zihnimizi serbest bırakmak üzerine. Evet yaşadıklarınızı asla unutmayın ama onlarla ve onların beraberinde getirdiği olumsuz duygularla da yaşamayın. Dersinizi alın ve önünüze bakın. Bunu sonuçta kendiniz için yapacaksınız unutmayın, bir başkası için değil!…
Hayırdır! Neyi kutluyoruz?
Düşünsenize! Sürekli olumsuz, mutsuz ve karamsar duygularla zihniniz aracılığıyla konuşurken, hasta olmamanız mümkün olabilir mi? Önce ruhunuz ardından yavaş yavaş bedeniz hasta olmaya, yıpranmaya, çökmeye, direncini yitirmeye başlayacak. Siz bu kabullenişi ve beraberinde gelen affedişi reddettikçe, aslında kötülüğü ve karamsarlığı ve üzgünüm ama çevrenizdeki o niyetlerde var olan herkese sizi görmek istedikleri halinizi göstermiş olacaksınız. İnanın hayat böyle geçmez ve bu kadar basite de alınmamalı. Çünkü; olumsuz duygularla yaşadıkça mutsuz olacak, mutsuz oldukça kendinizi sürekli kışkırtacak, kendinizi kışkırttıkça da daha kötü şeyler yapacak, yaşayacak ya da yaşatacaksınız. Sonuç ne peki! Kaçınılmaz! Çok daha büyük mutsuzluklar. Eeee! O zaman! Hadi cevaplayalım birlikte! Ne geçecek elimize! Ne kazanmış olacağız? Ya da neyi kutluyor olacağız? Yaşadığımız en büyük mutsuzluğun zaferini mi yoksa günün sonunda kendimize eskisinden de kötü zarar verişimizi mi?
En güzel diyet: Ye – İç – Mutlu Ol!
Şunu asla unutmayın güzel insanlar! Israrla reddettiğimiz her kabulleniş, aslında çok büyük zaferlerin, çok büyük mutlulukların, sonsuz huzurun, keyifli hayatın, sağlıklı günlerin, kendimize sevgi ve saygı duyuşumuzun bir başlangıcıdır. Değiştiremeyeceğiniz gerçeklerle uğraşmayı bırakın, bunlarla vakit harcayarak zaman kaybetmeyi de. Bol bol kitap okuyun! O kadar muhteşem bir ilaç ki kitap okumak, her serüvende bir karaktere hayat verdiriyor insana. Spor yapın! İnanın toksit atmaktan düşünmeye vakit kalmayacak. Komedi filmleri izleyin! Gülmek kadar etkili bir ilaca henüz tanık olmadım. Beslenme rutininizde bazı değişiklikler yapın! Daha sağlıklı ve eğlenceli olsun. Sizi en çok mutlu eden besinleri tüketin. Müzik dinleyin! Hareketli, eğlenceli her nota mutluluk hücrelerini harekete geçirir. Dans edin! Ne kadar saçma figürler de olsa yaptığınız ya da yapacağınız, mutlaka müziğin ritminin pozitif kolları eşliğinde dans edin. Göreceksiniz enerjinizi dışa vurmak nasıl da ruhunuza iyi gelecek. Ve en önemlisi zararlı tüm alışkanlıklardan kurtulun! En başta olumsuz düşünmeyi. Ve kendinizi çok sevin güzel insanlar.
Ben Melda Özen. Sizlerle bugün biraz dertleşmek istedim. Umarım keyif almışsınızdır en az benim kadar. Sizleri çok seviyorum ama sizin kendinizi sevdiğiniz kadar sevmem mümkün değil. Söz verdiğim gibi şiirim aşağıda. Kendinize iyi bakın. Sevgiler!
SOKAK KEDİSİ
Bakıyorum mavi mavi
Ruhum bir garip hercai
Yoklayınca sebebini
Çok ketum anlatmıyor zilli
Derin bir nefesle rüzgârı çektim içime
Kuşlar imrendi katıldı sevincime
Sanki dertlerim uçup gitti,
Aldığımı kendisine iade edince
Söyleme dilinin ucuna geleni
Tut içinde sakla cevherini
Belki bir gün seni terk edecek
Yalnızlık dediğin sokak kedisi…
Gökyüzü tam bir portakal bahçesi
Güneş kaybolan limon tanesi
Bulutlar turp gibi değil artık
Ama kıyamaz bakar onlara anneleri
Ağaçlar acı acı hışırdıyor
Kalbim, buruk dallarda geziniyor
Dikkat! Düşeceksin diyor sesin biri
Şanslı da olmazsın benim gibi
Gözlerim dönünce boşluğa
Yabancı değil söyleyen kişi
Aynı yalnız sokak kedisi….